Herkese merhaba, hoş geldiniz. Bugün 31 Mayıs 2025. Rami Kütüphanesine hoşgeldinizi. Ben Şeyma Asker. Bugünkü panelimizde moderatörlük görevini üstlenmekten büyük bir memnuniyet duyuyorum.
Bugün burada, dünyanın en büyük kitap fuarlarından biri olan Tahran Kitap Fuarı üzerine izlenimlerimizi paylaşmak ve bu fuarın yayıncılık dünyasına etkilerini konuşmak üzere bir araya geldik. Bildiğiniz gibi Tahran Kitap Fuarı, yalnızca İran’da değil, bölgesel ölçekte de önemli bir yayıncılık etkinliği. Fuar, hem yerel hem uluslararası yayıncılar için farklı açılımlar ve iş birlikleri sunuyor.
Bu panelde birbirinden değerli konuşmacılarımız, fuara dair gözlemlerini, edindikleri profesyonel deneyimleri ve kültürel izlenimlerini bizlerle paylaşacaklar. Hem yayıncılık sektörünün iç dinamiklerini hem de Türkiye’nin bu fuardaki görünürlüğünü değerlendirme fırsatı bulacağız.
Tekrar hoş geldiniz diyor, sözü ilk konuşmacımıza bırakmadan önce tüm panelistlerimize katkıları için teşekkür ediyorum.
İlk sorum: “Tahran Kitap Fuarı ve Fellowship programı sizde nasıl farkındalıklar yarattı?”
Zeynep Sağlam: Tahran Kitap Fuarı benim için birçok açıdan ufuk açıcı bir deneyim oldu. Öncelikle İran’daki yayıncılık ortamının ne kadar canlı olduğunu görmek beni gerçekten şaşırttı. Evet, devletin yayıncılığa ciddi bir müdahalesi var ama buna rağmen bireysel çabayla çok nitelikli işler ortaya koyan yayınevleriyle tanıştım. Bu, bana yayıncılığın yalnızca bir sektör değil, aynı zamanda bir direnç ve sabır alanı olduğunu hatırlattı.
Fuarda en çok dikkatimi çeken şeylerden biri, kitaba olan yoğun ilgi oldu. İnsanlar saatlerce kitaplar arasında dolaşıyor, sorular soruyor, yazarlarla sohbet etmek istiyor. Bir de kadın yayıncıların görünürlüğü… Bu beni hem duygulandırdı hem umutlandırdı. Çünkü tüm kısıtlamalara rağmen kadınlar orada çok güçlü bir şekilde varlar ve bunu yayıncılık alanında da hissettiriyorlar.
Bu fuar, sadece İran’a değil, kendi ülkemdeki yayıncılık pratiğine de farklı bir gözle bakmamı sağladı. Türkiye ile İran arasında kültürel yayıncılık adına kurulabilecek köprülerin ne kadar değerli olabileceğini düşündüm. Kısacası, Tahran Kitap Fuarı benim için sadece bir mesleki gezi değil, aynı zamanda bir farkındalık yolculuğu oldu.
Şeyma Asker: Teşekkür ederim hocam. Şimdi aynı soruyu Asya hocama yöneltmek istiyorum. Sizde hangi farkındalıkları yarattı bu fuar?
Asya Çağlar: Tahran Kitap Fuarı, beni en çok kültürel süreklilik ve sahiplenme duygusuyla etkiledi. İranlıların kitaba olan ilgisi, bir fuardan öte bir kültürel ritüel gibiydi. Fuar alanına gelen her yaştan insanın kitaplara yaklaşımı, içerikle kurdukları bağ beni çok etkiledi. Kitap, orada sadece okunacak bir nesne değil; aynı zamanda kimlik, aidiyet ve hatta bazen bir başkaldırı biçimi gibi algılanıyor.
Kadın yazar ve yayıncılarla tanışmak da benim için çok kıymetliydi. Her birinin ayrı bir direniş öyküsü var gibiydi. İçerik üretirken ve yayımlarken karşılaştıkları zorluklara rağmen vazgeçmeyen, kendi sesini bulmuş çok güçlü kadınlar tanıdım. Bu bana ilham verdi.
Bir de şu çok netti: İran, dışarıdan bakıldığında oldukça kapalı gibi görünse de içeride son derece zengin ve çok katmanlı bir kültürel hayat var. Biz yayıncılar olarak bu katmanları görebilmek, anlamak ve ortak bir dil kurabilmek için daha çok çaba göstermeliyiz.
Tahran’dan dönerken kafamda sadece alınacak kitaplar, kurulacak iş birlikleri değil; aynı zamanda yayıncılığın bir halkla ilişkiler biçimi olabileceği fikri vardı. Kimi zaman susturulmak istenen bir toplumun en çok kitaplarla konuştuğunu görmek, yayıncılığa dair umudumu pekiştirdi.
Ben nedenleri demiyorum ama burada görüştüğüm ve gördüğüm kitapların birçoğunu yayınlama arzusu içerisine girdim ve bir ön anlaşma da yaptım 5 kitapla ilgili de ve devamı da gelecektir diye düşünüyorum.
Şeyma Asker: Figen Hocam, şimdi aynı soruyu size yöneltmek istiyorum. Tahran Kitap Fuarı sizde nasıl bir farkındalık yarattı?
Figen Yaman Coşar: Benim için bu yolculuk, çocukluk anılarımla başladı diyebilirim. Okumayı yeni söktüğüm yıllarda tanıştığım ilk kitaplardan biri, Samed Behrengi’nin Bir Şeftali Bin Şeftali adlı kitabıydı. O kitabı okurken sanki yabancı bir yazarın değil de kendi kültürümden birinin yazdığını hissetmiştim. Belki de bu yüzden, İran’a adım attığımda sokaklar bana yabancı gelmedi. Her şey çok tanıdık, çok bizdendi.
Sokakta yürürken, alışverişte, hatta asansörde bile insanlar yanımıza gelip bizimle konuşmak, fotoğraf çektirmek istedi. Kadınlar, çocuklar bize sarıldı. Gerçekten de kendimizi Tarkan gibi hissettik. Ama bu ilgi sadece kitap fuarına katılmış olmamızdan değil, halkın içtenliğinden kaynaklanıyordu.
Beni en çok etkileyen şeylerden biri, devletin sanata olan desteğiydi. Gittiğimiz merkezlerden biri, Mecid Mecidi gibi önemli sinemacıların yetiştiği bir yerdi. Orası hem bir sanat merkezi hem de bir çocuk eğitim alanıydı. İçeride, 40 yıl önce çizilmiş bir çocuk kitabının ilk eskizlerinden bugünkü baskılarına kadar her şey arşivlenmiş ve sergileniyordu. Çizgi film sahnelerinin çekildiği kuklalar, kameralar, illüstrasyonlar… Hepsi korunmuştu.
Bu kadar köklü ve düzenli bir sanat eğitimi sistemi görmek, beni derinden etkiledi. Çünkü bizde maalesef hâlâ üstün zekâlı çocukların eğitiminde üstün yetenekli öğretmenler görevlendirilemiyor. Oysa orada, çocuklar küçük yaşlardan itibaren sanat eğitimi alıyor, yetenekleri destekleniyor.
Benim zihnimde İran, daha çok şeriat rejimiyle ve siyasi kalıplarla yer etmişti. Ama oraya gidince gördüm ki, halklar arasında düşündüğüm kadar büyük farklar yok. İran halkı romantik, sanatla iç içe bir toplum. Bu süreklilik ve derinlik gerçekten çok kıymetli.
Bu ziyaret bana, sanatın ve kültürün sürekliliğini sağlayan sistemlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Şeyma Asker: Teşekkür ederim hocam. Aslında bu ziyaretle birlikte bizim de uzun zamandır hayalini kurduğumuz bir yapıyı daha yakından görme fırsatımız oldu. Türkiye’de olsa nasıl olur diye düşündüğümüz Çocuk Edebiyatı Enstitüsü… İnşallah önümüzdeki yıllarda bizler de bu hayali gerçekleştirebiliriz.
Şimdi sorularımı Zeynep Hocam’a yönelteceğim. Hocam, bu yıl ilk kez düzenlenen fellowship programının içeriğini ve mantığını düşündüğümüzde, sizi mesleki anlamda en çok etkileyen, “Ben bunu mutlaka yanımda götürmeliyim,” dediğiniz unsur ne oldu?
Zeynep Sağlam: Az önce de kısaca bahsettim; her ne kadar ilk kez düzenlenmiş olsa da fellowship programı organizasyon açısından oldukça başarılıydı. Küçük eksikler dışında her şey özenle hazırlanmıştı. O yüzden öncelikle programı düzenleyen ekibe tekrar teşekkür etmek isterim.
Benim için en dikkat çekici ve etkileyici kısım, illüstratörlerin programa aktif şekilde dahil edilmesiydi. Bu gerçekten çok önemli bir karardı. Çünkü bizde genellikle yayınevleri, çizerleri geri planda tutar. Oysa orada illüstrasyonun, çocuk kitaplarının satışında ve uluslararası etkileşiminde ne kadar belirleyici olduğunu fark etmişler ve bu farkındalığı programa yansıtmışlardı.
Türkiye’ye dönerken yanımda getirdiğim en önemli “ev ödevi” bu oldu: Kendi düzenlediğimiz organizasyonlarda çizerleri daha görünür kılmalı, onları yayıncılık sürecinin merkezine almalıyız.
Bunun dışında beni etkileyen bir diğer konu da fuarın büyüklüğü ve halkın gösterdiği yoğun ilgiydi. Biz oradayken 5 milyon ziyaretçiden bahsediliyordu. Fuar sonunda bu rakam 7 milyona ulaşmış. Ve bu insanlar sadece gezmek için değil, gerçekten kitap almak için gelmişti. Ellerinde poşetler, kucaklarında kitaplarla dolaşan insanlar görmek çok etkileyiciydi. İlk gün açıkçası moralim biraz bozuldu; çünkü o kadar geniş bir yayın çeşitliliği, o kadar büyük bir alan ve karşılık bulan bir okur kitlesi görmek bizde neden olmuyor sorusunu getirdi aklıma.
Daha sonra yayıncılarla görüştüğümüzde İran’da Çocuk Edebiyatı Enstitüsü’nün tam 50 yıl önce kurulduğunu öğrendik. Bu bilgi omuzlarımı düşürdü diyebilirim. Çünkü onlar 1970’lerde bu adımı atmış ve bu yapı hâlâ etkin bir şekilde işliyor. Siyasi iklim ne olursa olsun, çocuk edebiyatı gibi alanlarda devletin kültür politikası süreklilik göstermiş.
Oysa bizde her siyasi dönüşümde kültür ve eğitim politikaları da değişiyor. Siyaset üstü bir anlayışın yerleşememesi, çocuk edebiyatı gibi alanlarda da bir istikrarsızlık yaratıyor. Üniversitelerimizde hâlâ çocuk edebiyatına yeterince alan açılmıyor. Bu da gösteriyor ki daha çok çalışmamız, daha fazla üretmemiz gerekiyor.
Şeyma Asker: Aslında benzer yıllarda, Türkiye’de 1982’de darbe oldu, İran’da ise 1979’da devrim. Aynı dönemlerde benzer süreçlerden geçmişiz ama dediğiniz gibi sürdürülebilirlik ve kurumsal süreklilik konusunda bizim eksiklerimiz var.
Zeynep Sağlam: Kesinlikle öyle. Yayın grubumuzun kurucusu Bekir Bey’in de sıkça dile getirdiği gibi, bizde toplumun kitapla olan ilişkisi çok kez kesintiye uğradı. Hücre evi baskınlarında kitapların suç unsuru gibi gösterildiği dönemleri yaşadık. Kitaplar silahların yanında sergilendi, bazı dönemlerde yakıldı. Bu travmanın toplumda kalıcı izler bıraktığını düşünüyorum.
Bugün geldiğimiz nokta elbette umut verici, ama o algının tamamen kırılması, belki de 50 yıl sürecek bir süreç. O yüzden bu alanda sadece yukarıdan gelen politikalarla değil, aşağıdan yukarı doğru bir bilinçlenme ve baskı da oluşmalı. Ne yazık ki bunu tam anlamıyla başaramadığımızı görüyorum.
Ama yine de gördüklerim bana bir kez daha çocuk edebiyatının ne kadar ciddi bir alan olduğunu ve bu ciddiyetle ele alınması gerektiğini hatırlattı. Mücadelemiz devam etmeli.
Şeyma Asker: Evet, teşekkür ederiz hocam. Aslında birbirine bağlı birçok konu kartopu gibi büyüyerek bizi bugünkü farkındalıklara taşıyor. Siz de sosyal medya hesabınızda Tahran Kitap Fuarı’yla ilgili oldukça dikkat çekici bir değerlendirme yazısı paylaşmıştınız.
Orada İranlı çocukların travmatize olmaktan çok, hikâyelere açık olduklarını gözlemlediğinizi ifade ettiniz. Bu tespitinizi biraz daha açmanızı isteyeceğim. Sizce bu durumun oluşmasındaki temel etken nedir? Ve bu çerçevede Türk yayıncılığıyla nasıl bir karşılaştırma yaparsınız?
Zeynep Sağlam:
Doğrudan İran’daki eğitim sistemini veya çocukları gözlemleme imkânımız olmadı elbette, bu nedenle bir toplum analizi yapmaktan uzak duruyorum. Ancak yayınevlerinin yayın politikalarına baktığımda bu çıkarımı yapabildiğimi söyleyebilirim.
İran’da hikâye anlatıcılığı, anlatının kendisi, yaşamın her alanına sinmiş durumda. Asya Hanım’ın da belirttiği gibi, orada esas olan şey hikâye. Bu gelenek yayınevlerine de yansımış. Kendi kültürlerine ait efsane ve masallar, her yaş grubu için hâlâ basılıyor ve okurla buluşuyor. Üstelik bu yayınlarda sansür hissi de pek yoktu.
Şunu gözlemledik: Bugünün İranlı çocuğu, yüz yıl önceki dedesinin dinlediği hikâyeyle büyüyor. Bu da toplumsal hafızanın sürdürülebilirliğini sağlıyor. O masalların içinde öcüler, devler, cinler, kötüler, periler var. Ve tüm bu unsurlar, çocukları hayattaki zorlayıcı gerçekliklere hazırlayan bir ön aşama gibi işliyor.
Bizde ise durum oldukça farklı. Son 10–15 yılda yayımlanan masal ve hikâyelere baktığımda, oldukça sterilleştirilmiş bir yapı görüyorum. Keloğlan masallarını kaç yayınevi hâlâ yayımlayabiliyor? O klasik masallardaki dev karakteri bile çocuk korkar diye dışarıda bırakıyoruz. Çünkü biz çocuğun yanında okuyan, ona açıklama yapan bir yetişkin modeli inşa edemedik. Ebeveynler ve öğretmenler metne neredeyse doğrudan eğitsel bir misyon yüklüyor. Bu da edebiyatı kısıtlayan bir bakış açısı yaratıyor.
Türkiye’de kitapların çok evrensel, yumuşak, huzurlu temalara odaklanması gerektiğine dair bir beklenti var. Oysa bu durum, konu çeşitliliğini ve yaratıcı üretimi ciddi şekilde sınırlıyor. Hikâyeler aracılığıyla çocukla savaşı, kaybı, zor gerçekleri konuşabilir hâle gelmek mümkün. Aksi takdirde çocukları bu gerçeklerden uzaklaştırarak nasıl bir yetişkinliğe hazırlayacağız?
Örneğin Fatma’nın anlattığı bir şey beni çok etkiledi: İran’da çocuklara yönelik mayın temalı bir kitap vardı. Türkiye’de bu tür bir kitabı yayımlamayı bırakın, zihnimizin ucundan bile geçiremeyiz. Oysa ülkemizde de mayınlı araziler bir gerçek.
Buradaki mesele, ne anlattığımızdan çok, nasıl anlattığımızdır. Bu da çocuk edebiyatının yıllardır tartışılan temel meselelerinden biridir. İran’da kültürel bağları güçlü, kökleri sağlam, kendi değerleriyle yoğrulmuş bir çocuk edebiyatı görüyoruz. Masallar, efsaneler hâlâ canlı. Bu da yayın çeşitliliğini doğrudan etkiliyor.
Bağlamı biraz dağıtmış olabilirim, ama toparlamam gerekirse, kitapla kurduğumuz ilişki İran’dakinden çok farklı. Bizim çocuk edebiyatında aşmamız gereken ciddi yapısal engeller var. Özellikle de hikâyeye olan güveni ve hikâyenin dönüştürücü gücünü yeniden keşfetmemiz gerekiyor.
Şeyma Asker: Ben de fuarda çok satan okul öncesi kitaplardan birini, yayıncısıyla birlikte inceledim. Kitabın kahramanları bir tilki ve bir serçeydi. Serçe, öldükten sonra tekrar dünyaya başka bir hayvan olarak geliyor, ardından başka bir tilki tarafından yeniyor ve bu defa da onu öldürmeye çalışıyor.
Açıkçası kitap içerik açısından oldukça cesur bir kurguya sahipti. Resimleme dili ve anlatım biçimi sanatsal olarak etkileyici olsa da, kendi ülkemde yayınlamayı tercih etmeyeceğim bir içerik olduğunu düşündüm. Ama sanat eseri olarak ele alındığında önemli bir üretim olduğunu da kabul etmem gerekiyor.
Bu örnek, bana şunu düşündürdü: Türk çocuk yayıncılığında biz zaman zaman çok dar kalıplara sıkışıyoruz ya da sıkıştırılıyoruz. Bu sınırları koyan çoğu zaman ebeveyn ve öğretmen baskısı oluyor; bazen biz yayıncılar istemesek bile sektörün ticari dinamikleri bizi buna zorluyor.
Bu noktada size sormak istiyorum hocam: Türkiye’de bu alan nasıl daha özgür, yaratıcı ve cesur bir zemine kavuşabilir? Sektör olarak, yayıncılar olarak bize düşen sorumluluklar neler?
Zeynep Sağlam: Aslında bu sorunun yanıtı, bir önceki cevaplarımda da yer yer geçti ama yeniden toparlamak gerekirse: Bizler de hikâye anlatıcılığının köklü bir gelenekten geldiği topraklarda yaşıyoruz. Anadolu coğrafyası da tıpkı İran gibi sözlü kültürün güçlü olduğu bir yer. Bu geleneği yeniden hatırlamak ve canlandırmak, kalıpları aşmanın ilk adımı olabilir.
Burada yayıncıların bireysel çabaları kadar, sektörel dayanışma ve bilinçli bir yönelim de önemli. Ticari kaygılar elbette göz ardı edilemez, ama bu kaygıların dışında kalan küçük bir alan yaratmak da mümkün. Hepimiz biliyoruz ki yayıncılık sadece satıştan ibaret değil; kültürel hafızaya katkı sağlamak, çeşitlilik üretmek de yayıncının misyonları arasında.
Çizim ve illüstrasyon meselesi bu noktada çok çarpıcı bir örnek sunuyor. İranlı çizerlerin işlerine baktığınızda o “İranlılık hissini” hemen alabiliyorsunuz. Kültürel bir görsel dil geliştirmişler. Oysa biz, batılı kaynaklardan etkilenmiş ama bunu içselleştirememiş, arada kalmış bir çizgi üretimine sahibiz. Çizerlerimizde ne yazık ki ortak bir ulusal çizgi kimliği oluşmuş değil. Bu da çocuğun görsel hafızasında bir derinlik yaratamıyor.
Bizler yayıncı olarak bunun farkındayız ama ticaretin dayattığı sınırlar içinde hareket etmek zorundayız. Yine de bu durumu biraz olsun aşmak mümkün. Örneğin biz kendi yayınevimizde, her yıl yayımladığımız 100 başlık içinde en az 2-3 kitabı, bu misyon çerçevesinde, ticari kaygıdan bağımsız olarak yayımlamaya çalışıyoruz.
Belki çok satmıyorlar ama katalogda yer alması, çocukların bir şekilde bu kitaplara ulaşabilmesi, hatta bir gün kütüphanelerde bu kitapların karşılarına çıkması bizim için çok değerli. Böylelikle okurun da zamanla bu farklı içeriklere alışmasını sağlayabiliriz.
Yani çözüm, okuma kültürünü güçlendirmekten ve yayıncının cesaretini canlı tutmasından geçiyor. Ticaretin doğası gereği hızlı sonuç alınamayabilir, ama adım adım bu farklı bakışı yerleştirebiliriz diye düşünüyorum. Hepimize bu anlamda ciddi bir sorumluluk düşüyor.
Şeyma Asker: Evet hocam, burada aslında sizin nezdinizde birçok yayıncının, satılmayacağını bile bile sadece misyon için kitap yayınladığını biliyoruz. Bu gerçekten büyük bir özveri.
İllüstrasyon konusunda da söylediklerinize katılıyorum. Uluslararası yayıncılık alanında çalışmış biri olarak Türk çocuk kitaplarının evrenselleşememesinde en büyük etkenlerden birinin, illüstrasyonların bir kimlik kazanamaması olduğunu düşünüyorum.
Bugün gözümüz kapalı bir kitap kapağına baksak, bunun İran, Arap, Belçika ya da Almanya ekolü olduğunu anlayabiliyoruz. Ama Türk çizgisi için böyle bir ortak görsel kimlik tanımlamak çok zor.
Şimdi sorumu Figen Hocam’a yöneltmek istiyorum. Kendisi hem televizyon hem edebiyat alanında üretim yapan biri olarak, İran’daki içerik üretiminin çeşitliliğini ve çocuklara hitap eden dilin bizden farkını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle yayıncılık ve televizyon alanlarını birlikte düşünerek cevaplarsanız sevinirim.
Figen Yaman Coşar:
Bence İran’da çocuklar için ayrı bir kategori oluşturulmuyor. Bizde genelde çocuklara hitap eden içerikler yaşlara bölünüyor, özel bir alan içine hapsediliyor. Oysa İran’da bu doğal akışın bir parçası.
Sözlü kültürün hâlâ çok canlı olduğunu görüyoruz. Bizde zamanla kesilen, unutulan bir gelenek orada sürüyor. Annem anlatırdı: dedem akşamları gaz lambası ışığında tüm aileye aynı kitabı okurmuş. Her yaştan insan aynı hikâyeyi dinler, herkes kendi yaşına göre o anlatıdan bir şey alırmış. Küçük çocuk da orada, evin genci de, büyüğü de…
Ben de böyle bir ortamda büyüdüm. Dedem çok sert mizaçlı biriydi ama bana dizine oturtup hikâyeler anlatırdı. Bu anlatılar masal gibi tatlı değil; köyde yaşanmış gerçek olayları da kapsardı. Ama hiçbir zaman travma yaratmadı.
Bugün geriye dönüp bakınca görüyorum ki çocukluğumda dinlediğim o hikâyeler, kurban kesimleri, devler, cadılar, masallar… Bunların hiçbiri beni korkutmamış, tam tersine hayata hazırlamış. Şimdi internette “şu olduysa travma yaşamışsınızdır” gibi şeyler görüyorum. Dönüp bakıyorum, yok, benim çocukluğumda travma yokmuş. Travmaları yetişkinlikte yaşadım.
İran’da bu devamlılık sadece sözlü kültürde değil, görsel kültürde de sürüyor. Şii gelenekten, hatta daha da öncesinden gelen sanatsal kodları, İslam’a geçişle birlikte dönüştürerek devam ettirmişler. Resim, illüstrasyon, kukla… Hepsi var.
Ben imam hatip mezunuyum. Küçükken Türkiye çapında ödüller almıştım resimle ama liseye geçip daha dindar bir çevreye girdiğimde bir hocanın etkisiyle resmi bıraktım, hatta tövbe ettim. Bu çok acı. Çünkü bu düşünce sürekliliği koparıyor.
Oysa dedem köyde tavanları resimleyen bir ustaydı. Annem o evi hep “cennet gibi” diye anlatır. Ama biz o resimleri hiç göremedik. Taşınılmış, unutulmuş, aktarılmamış. Bu da bizim görsel hafızamızı zayıflatıyor.
Bir diğer mesele de kompleks. Mesela manga için yatırım yapıyoruz ama kendi çizgi romanımızı yaşatamıyoruz. Batılı canavarlar bize korkunç gelmiyor ama kendi kültürümüzden bir figür görünce rahatsız oluyoruz. Kendi sanatımıza, karakterimize özgüvenimiz yok.
İranlılar kendilerini seviyorlar, sanatları kendilerine benziyor. Kalın kaşlı kızlar, geleneksel desenler, hepsi illüstrasyonlarda hâlâ yer buluyor. Bugün sokakta İranlı gençler değişmiş olabilir ama kitaplarında kültürel kodları kaybetmemişler.
Kukla örneği de çok çarpıcı. Ben de yıllarca kukla programları yaptım ama Türkiye’de hep Susam Sokağı gibi Amerikan modellerini taklit ettik. İran’da kuklalar profesyonel, her türü var ve hepsi İran’a özgü figürlerle hazırlanmış.
Bir diğer anekdot da şu: Kanun yayınevine gittik. Bir dünya haritası hazırlamışlar, İpek Yolu’nun güzergâhını anlatıyor ama nasıl estetik, nasıl gösterişli… Hayran kaldık. Hintli yayıncılar “Burası bizimdi” diye gururlandı. Küçük bir tercüman kız da “Bir zamanlar her yer bizimdi” dedi.
İranlılar tarihleriyle, geçmişleriyle barışık. Bizde ise Osmanlı’dan, minyatürden bahsettiğimizde bile hemen çekiniyoruz. Sanki geçmişi konuşmak ayıp bir şeymiş gibi. İki kutup arasında sıkışmış durumdayız: Bir taraf geçmişi tümüyle reddediyor, diğer taraf geçmişi savunurken birçok öğeyi de kendi dini anlayışıyla sansürlüyor.
Sonuçta kimliksizleşiyoruz. Ne televizyon karakterlerimizde, ne illüstrasyonlarımızda, ne de edebiyatımızda bu “kendine ait” estetiği oluşturamıyoruz. İran bu anlamda özgüvenli. Bizim ise önce kendimizle barışmamız gerekiyor
Şeyma Asker:
Ben de pek çok uluslararası kitap fuarına katıldım; Sadece İran’dan döndüğümde değil, gittiğim her ülkeden sonra aynı şeyi düşünüyorum: Biz neden ülkemizi ne kadar çok sevdiğimizi sürekli dile getirirken, en sert eleştirileri de yine biz yapıyoruz?
Yabancı yayıncılar, ülkeleriyle ilgili hep övücü bir dille konuşuyor. İran’da da bunu çok net hissettik. Kendi kültürlerini içten bir sevgiyle sahiplendiklerini gördüm. Bizse hâlâ kendimizle barışık değiliz.
Ayrıca bir gözlemimi daha paylaşmak istiyorum, özellikle İran’daki dini çocuk kitaplarını inceledim. Dini çocuk kitabı diye bir kategori oluşturmak ne kadar doğru, bu başlı başına bir tartışma konusu. Ama İran’daki kitapların büyük çoğunluğunun iman temelli olduğunu fark ettim.
Bizdeyse dini çocuk kitapları daha çok İslam kültürünü tanıtmak ve dini sevdirmek üzerine. Onlardaysa çocuklar iman kavramı üzerine düşünmeye, sorgulamaya teşvik ediliyor. Bizde ise hâlâ “Bunları düşünürse aklı karışır, dinden çıkar” gibi korkular baskın.
Şimdi size sormak istiyorum Figen Hocam: Siz de Türkiye’de çocuk edebiyatı alanında ödüller almış bir yazar olarak, İran’daki çocuk yayıncılığı ortamını görünce ne hissettiniz? Bizde eksik olan nedir? Fazla olan nedir? Ama lütfen sadece eksikleri değil, fazlalıklarımızı da konuşalım.
Figen Yaman Coşar: Bizde fazla olan şey: Melike Abla. :) (Melike Günyüz’den bahsediyor.)
Ama gerçekten şunu söylemeliyim, bizde ciddi bir çaba, büyük bir hassasiyet var. Ruhumuz incelikli. Ama mesele şu ki, biz bir işe kalkıştığımızda daha başlamadan önce kendi kafamızda bin tane filtreden geçiriyoruz. Sansürü dışarıdan beklemiyoruz, zaten içimize kurmuşuz.
Ben yıllar önce Kanal D’de çalışırken de bunu yaşadım. Ekip oldukça sekülerdi. Ama beni işe alan müdürüm sonra şöyle dedi: “Dini inancı olan biri çocuklara zarar vermez diye düşündüm.” Yani biz, dini inancı olsun olmasın, bu ülkede çocuklara karşı çok korumacı yaklaşıyoruz.
Hepimizin içinde şu var: “Çocuğa kötü bir şey anlatmayalım.” Bu güzel bir refleks olabilir ama içerik üretiminde bizi çok kısıtlıyor. Hatta bana “İstediğin gibi bir kitap yaz” deseniz, içimdeki sansür kurulu hemen devreye girer. Otosansür bizde çok güçlü.
Bu sadece bugünün meselesi değil, kültürel bir miras. Çünkü bizde sanatın pek çok alanı yeni yeni gelişiyor. İslam sanatı deyince bizde ilk akla gelen şey mimaridir. Onun içindeki süslemeler, desenler, yazılar… Ama çocuklar için içerik üretmek çok daha farklı bir alan.
İran’la farkımız sadece üretim değil, din anlayışından da kaynaklanıyor. Onlar için din Şii gelenekten besleniyor ve bizden çok farklı şekillenmiş. Dolayısıyla onlar içerik üretirken bizim kadar tedirgin değiller.
Mecid Mecidi mesela, Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatan bir film çekebildi. Bizde bırakın çekmeyi, bu fikri dillendirmek bile büyük tepkilere neden olabilir. Ve bu tepki her zaman sadece dindar kesimden de gelmez. Kendini seküler zannedenler bile daha hızlı karşı çıkabilir.
Biz çok gelenekçi bir toplumuz. Geleneklerimiz de dinle öylesine iç içe geçmiş ki, neyin gelenek, neyin din olduğunun ayrımı bile bulanıklaşmış. Bu da zihinsel özgürlüğümüzü etkiliyor.
Kötü mü bu? Belki değil. Ama değişim için önce bizim kendi zihnimizi şekillendirmemiz gerekiyor. Gerçek kaynaklara ulaşarak, hakikati bizzat öğrenerek bir şeyler inşa edebiliriz.
Bugün hâlâ hikâye yazarken popüler olanın, evrensel kabul edilenin izinden gidiyoruz. Mesela benim yazdığım Küçük Şehzade kitabı… Hiçbir dini teması yoktu, tamamen fantastik bir hikâyeydi. Karakterin adı Süleyman’dı, sarayda geçiyordu, çizimlerde çocuğun kıyafetinde sarık vardı.
Sadece bu sarık yüzünden kitap satmadı. Çünkü insanlar bunu bir siyasi mesaj ya da dini yönlendirme olarak algıladı. Halbuki ben sadece geleneksel bir kostüm detayı koymuştum.
Yani özetle, bizde içerik üretimi, kimlik, kültür, din, gelenek… bunların hepsi birbirine dolanmış durumda. Gerçekten samimi bir içerik üretebilmek için önce bu düğümleri yavaş yavaş çözmemiz gerekiyor.
Şeyma Asker: Peki hocam, şimdi size can alıcı bir soru soracağım. İran’da yaşadığınız bu deneyim, gördüğünüz etkinlik ortamları ve anlatım çeşitliliği sizde yeni bir proje fikri doğurdu mu? Türk okuruyla buluşturmayı hayal ettiğiniz, aklınızda şekillenmeye başlayan bir çalışma var mı?
Figen Yaman Coşar: Evet, özellikle son gün çizerlerle yaptığımız buluşma sırasında bazı fikirler doğdu diyebilirim. O buluşma gerçekten çok ilham vericiydi. Çizerler ellerinde dosyalarıyla geldiler. Her biri farklı teknikler kullanmıştı ve her çalışmada kendi çizgi dünyalarını oluşturmuşlardı.
En etkileyici olan ise şu: Her çizerin kendine has bir üslubu vardı ama bu üsluplar farklı alanlara, farklı temalara uygulanabiliyordu. Yani aynı kişi hem üç yaş için bir hikâye resimlemiş, hem de yetişkinlere yönelik politik bir çalışma üretmiş ama her iki işte de kendi imzasını hissettirmişti. Bu çok etkileyiciydi.
Bizde ise —elbette hepsi için demiyorum— bazen farklı karakterlerin bile çizim dili birbirine çok benziyor. Mesela Ahmet karakteriyle Selim ya da James aynı ifadeyi taşıyabiliyor. Onlardaysa böyle bir tekrar yoktu. Görüştüğümüz ekip gerçekten çok iyiydi.
Orada bir de Mevlânâ üzerine çalışan bir çizerle tanıştım. Melike Hanım, benim Mevlânâ sevgimi bildiği için tanıştırdı bizi. Hanımefendi aynı zamanda Mevlânâ’yı seven bir derneğin de başkanıymış. Samimi bir sohbet oldu.
İlk başta çekindim açıkçası. Çünkü bizde hep bir kaygı vardır ya: “Acaba sahiplenme mi var, bu da bizim mi deniyor?” diye. Ama sonra öyle olmadığını gördüm. Sohbet sırasında bana öğrencilerinin Şems ile Mevlânâ arasındaki ilişkiyi doğru anlamadığını, bu ilişkiyi bir mürşid-mürit bağı olarak anlatmaya çalıştığını söyledi.
Oradan yola çıkarak birlikte bir şeyler üretme fikri doğdu. Henüz netleşmiş bir proje değil ama içime sinen bir fikir. Mevlânâ sevgimi anlatan, belki onun hikâyesini çocuklara farklı bir yorumla sunan bir çalışma olabilir. Hatta editör Fatma arkadaşımızla da üzerine konuştuk. Bakalım hayata geçirebilir miyiz…
Şeyma Asker: Asya Hocam, siz de uzun yıllardır çocuk ve gençlik edebiyatında hem yayıncı hem içerik geliştirici olarak çalışıyorsunuz. İran’daki yayıncılık ortamına baktığınızda sizi en çok etkileyen yapısal fark neydi?
Asya Çağlar: Bana göre en temel fark, kitapların okul temelli bir sistemin parçası olmaması. Bizde çocuk kitapları neredeyse tamamen müfredata göre şekilleniyor. Kataloglarımızı temalara, PYP sistemine, değerler eğitimine, yeni müfredata ve yaş gruplarına göre hazırlamak zorundayız. Hatta aynı kitap için okul, veli ve dağıtımcıya farklı bültenler hazırlıyoruz.
Ama İran’da böyle bir şey yok. Kitap, sadece kitap. Ne üzerinde yaş ibaresi var, ne de “bu kitap hangi sınıfta, hangi dersle örtüşüyor” gibi bir yönlendirme yapılıyor. Bu özgürlük beni çok etkiledi. Orada bir kitap çocuk kitabıysa, hem çocuk hem yetişkin okuyabiliyor. Bizde ise bir kitap yetişkine de hitap ediyorsa hemen bir ikilem yaşanıyor: “Acaba bu çocuklara uygun mu?” diye çekinip kenara koyuyoruz. Hatta bazen basıyoruz ama piyasaya sunmaktan geri duruyoruz.
Bir başka dikkatimi çeken şeyse çevre bilinciyle ilgiliydi. Biz çocuklara çevreyi korumayı öğretmeye çalışıyoruz ama yetişkinler olarak bunu ne kadar içselleştiriyoruz, tartışılır. İran’daki kitaplarda doğrudan çevre eğitimi veren metinler pek görmedim ama hikâyeler zaten hayatın içinden geliyor. Bir mesaj verme kaygısıyla değil, gerçekten hikâye anlatmak için yazılmışlar. Bu da çok kıymetliydi.
Şeyma Asker: Peki bu kadar üretimin arkasında sadece tüketim mi var sizce, yoksa bir kültürel sahiplenme de söz konusu mu? Çünkü biliyorsunuz bizde bir çocuk yayıncısının okul pazarı olmadan ayakta kalması neredeyse imkânsız.
Asya Çağlar: İran’da çocuk kitapları pazarı okul odaklı değil. Yayıncılar kitaplarını okullara satmak zorunda değil. Bu bambaşka bir denge kuruyor.
İranlı yayıncılarla bu konuda uzun uzun sohbetler ettim. Mesela biriyle tanıştım; kamu kurumunda memur olarak çalışıyor, mesai sonrası ise bir ajansta çocuk kitaplarını yurtdışına tanıtıyor. Kitaplardan bahsederken gözleri parlıyordu. “Bu kitap Türkiye’ye çok uygun,” “Şu bölümü Türk okurları çok sevebilir,” diye anlatıyordu.
Yine başka bir kadın yayıncıyla konuştum. Sadece dört kitapları var. “Kaç adet basıyorsunuz?” dedim, “2000,” dedi. “Ne kadar sürede tükeniyor?” dedim, “Birkaç ayda,” dedi. “Kazanıyor musunuz?” diye sordum, “Evet,” dedi. Üstelik basit içeriklerle değil, gerçekten özgün ve nitelikli kitaplarla.
Bu hacim sadece üretime değil, köklü bir okuma kültürüne ve sahiplenmeye dayanıyor. Fuar alanında bunu çok net hissettik. 7 milyon kişi gelmiş. Çocuklar, anne babalarıyla birlikte… Ama ortada satış baskısı yok. “Kaçıncı sınıfa gidiyorsunuz, size kitap önerelim” gibi sorular soran yok. Hatta bazen kitapları kimin sattığını bile anlamıyorsunuz. İnsanlar sadece kitaplara bakıyor, ilgileniyor, okuyup karar veriyor.
Sosyal medyada da paylaşmıştım: Bir yayınevinin standı o kadar büyüktü ki sanki tüm ofislerini oraya taşımışlar gibiydi. Masalar, oturma alanları, sakin bir ortam… Kimse “Almazsan ayıp olur” baskısı yapmıyor ama kitaplar yine de satılıyor.
Şeyma Asker: Peki bu yapıyı kurabilmiş olmalarının arkasında sizce ne var?
Asya Çağlar: Bence işin özünde okuma kültürünün toplumsal düzeyde içselleştirilmiş olması yatıyor. Bizde sektör belli bir pasta etrafında dönüyor. Yeni yayıncılar, yazarlar bu pastadan bir dilim kapmaya çalışıyor. Hepimiz aynı koridordan geçmeye çalışıyoruz. İran’da ise durum farklı. Okuma neredeyse bir devlet politikası hâline gelmiş gibi. Kitap, bir market ürünü değil; gündelik hayatın doğal bir parçası.
Kadınların sektördeki aktif rolü de çok etkileyiciydi. Yayıncı, çevirmen, ajans kurucusu, illüstratör… Her alanda kadınlar ön planda. Hikâyeye verdikleri değer, kitabı sadece eğitim aracı değil, kültürel bir bağ olarak görmeleri bu yapının temelini oluşturuyor.
Bizim de bu yapıyı oluşturabilmemiz için sadece okullara değil, tüm topluma hitap eden, uzun vadeli bir okuma kültürü politikası geliştirmemiz gerekiyor.
Şeyma Asker: Aslında fuarı birlikte gezerken de konuşmuştuk. Kitap fuarı sadece kitap satılan bir yer değil İran’da. Etkinlik alanları, söyleşiler, atölyeler, hatta kafeteryalar bile kitapla ilgili birer buluşma noktasına dönüşmüş. Sanatın farklı alanları da fuarın içine dâhil edilmişti. Sinema festivali örneği mesela çok etkileyiciydi.
Belki bu farkın bir nedeni de İran’daki fuarın devlet destekli olması. Bizdeyse biliyorsunuz, Türkiye’deki en büyük uluslararası kitap fuarı özel sektör tarafından düzenleniyor. Siz de hem sosyal sorumluluk projeleri hem kültür temelli etkinliklerle iç içe bir yayıncılık anlayışı benimsiyorsunuz. Sizce biz Türkiye’de kültür temelli yayıncılıkta nasıl bir gelişim gösterebiliriz?
Asya Çağlar: Evet, Türkiye’de uluslararası kitap fuarını özel sektör düzenliyor ve çoğu zaman yayıncılık sektörünün dışındaki insanlar o fuarın varlığından bile haberdar olmuyor. Burada kimin kabahatli olduğunu aramak yerine, yapısal farklara bakmak gerekiyor. İran’la Türkiye’nin nüfusu benzer. İstanbul’la Tahran’ın da öyle. Ama İran’da fuar şehrin tamamına yayılıyor, bizde ise sadece sektörün içinde kalıyor.
Yayıncılar olarak biz, “İstanbul’da şu an bir kitap fuarı var” algısını oluşturmak için çok çaba harcıyoruz. Ama bu yalnızca bizim çabamızla olacak bir şey değil. Kamunun ve yerel yönetimlerin bu sürece daha güçlü şekilde dahil olması şart.
Guadalajara Kitap Fuarı’nda Meksika’nın en büyük devlet üniversitesinin koca bir standı vardı. Öğrenciler armut koltuklara yayılmış kitap okuyorlardı. Hemen yan tarafında büyük yazarlar söyleşi yapıyor. Bu manzara bize belki “saygısızlık” gibi gelebilir ama aslında çok doğal bir şey. Kitabın hayatın bir parçası olması bu demek.
Bizde ise kitaba gereğinden fazla kutsallık yüklüyoruz. Kitap katlanmaz, yazılmaz, yere konmaz… Oysa kitap bir araçtır. Bilgiye ulaşmak için bir araç. Onu bu kadar yücelttiğimizde işlevinden uzaklaştırmış oluyoruz.
Ben uzun zamandır şirketlere, “Okuma kültürünü kurum kültürünün parçası yapın” diye çağrıda bulunuyorum.
— Çalışanlarınızın çocuklarına okuma atölyeleri düzenleyin,
— Fuayelerinize kitap şenlikleri kurun,
— Şirketinizin yıldönümünü bir kitapla taçlandırın,
— Sosyal sorumluluk bütçenizi kitaba yönlendirin.
Devlet kadar özel sektörün de bu alana destek vermesi gerekiyor. Bugün Türkiye’de 3–15 yaş arası yaklaşık 13 milyon çocuk var. Ve bu çocukların çok büyük bir kısmı, ders kitapları dışında hiçbir edebi metinle karşılaşmadan büyüyor. Sonra bu çocuklar iş başvurusu yapıyor. Aslında o özgeçmiş daha doğmadan yetiştirilebilirdi.
Okuma kültürünün yaygınlaşması için toplumun her kesiminin elini taşın altına koyması gerekiyor.
Avrupa Birliği destekli OkuYay platformunu belki duymuşsunuzdur. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin yürüttüğü bir projeydi. Oradaki bazı uygulamalar gerçekten ilham verici. Örneğin:
— Brezilya’da öğrenciler kitapçıdan aldıkları kitabın barkodunu otobüste okutunca toplu taşıma bileti yerine geçiyor.
— Danimarka’da Human Library (İnsan Kütüphanesi) var. Kütüphaneye gidiyorsunuz, bir konuyla ilgili konuşmak istediğiniz kişiyi seçip onunla birebir sohbet ediyorsunuz.
Bu örneklerin yalnızca bir kısmını bile uygulayabilsek, kültürel fark yaratabiliriz.
Ben yıllardır özel hastanelerle, şirketlerle, kamu kurumlarıyla görüşmeler yapıyorum. “Yeni doğan setlerine kitap ekleyin,” diyorum. Emzirme örtüsü, battaniye, termometre koyuyorsunuz ama kitap yok. Eğer gerçekten bu ülke için bir şey yapmak istiyorsak, ortak noktada buluşabiliriz. Yeter ki samimi olalım.
Şeyma Asker: Teşekkür ederiz hocam katkılarınız için. Son soruma geçiyorum. Bu soruyu tüm katılımcılara yönelteceğim. Zeynep Hocam, sizinle başlayalım. Fellowship programındaki tecrübenizden sonra, bir Türk yayıncının mutlaka bu programa katılması gerektiğini düşünüyorsanız, onu nasıl ikna ederdiniz?
Zeynep Sağlam: Bence burada konuştuğumuz her şey aslında başlı başına bir cevap. Ama gerçek şu ki, yayıncılar gelmedi. Oysa bu kadar farklı bir yayıncılık atmosferini görmek, sadece fuarı gezmek bile başlı başına büyük bir deneyim.
Sadece çocuk yayıncılığına odaklanırsak bile, fuarda 400’e yakın çocuk yayıncısı vardı. O standları gezerken, İran’ın en büyük yayınevlerinden biriyle sohbet etme fırsatımız oldu. Yayınevi senede 400 ila 500 yeni başlık üretiyor. Yıllık toplam baskı adetleri 5-6 milyon civarında. Bu rakamları duyduğunuzda bile o dünyayı görmeniz gerektiğini anlıyorsunuz.
Komşumuzdan bahsediyoruz. Yani uzak, ulaşılmaz bir coğrafya değil. Üstelik bizi bizden daha iyi anladıklarını düşündüğümüz anlar bile yaşadık.
Bir yayıncı olarak “Bu işi yapıyorum” diyorsak, bu dünyanın bir parçası olduğumuzu hatırlamak ve yeni şeyler öğrenmek zorundayız.
Son yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın özellikle Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü aracılığıyla yayıncılara sağladığı destekler bu açıdan çok kıymetli.
Frankfurt, Bologna tamam, ama dünya sadece Avrupa’dan ibaret değil. Meksika örneği, Hindistan örneği, Tahran örneği… Bunlar farklı ufuklar sunuyor. Ve Tahran, aslında bize en yakınlardan biri.
Bizim gibi görünen ama yayıncılıkta bizden birkaç adım önde olan bu dünyayı yerinde görmeden kendimizi geliştirmemiz çok zor. O yüzden tüm yayıncılara içtenlikle öneriyorum: Gelin, görün, keşfedin.
Şeyma Asker: Asya Hocam, sizi dinleyelim. Siz bir yayıncıyı fellowship programına katılması için nasıl ikna ederdiniz?
Asya Çağlar: Ben Hindistan’a gittiğimde arkadaşlarıma şöyle bir şey demiştim: “Sanki Alaaddin’in sihirli lambasındaki o masalın içindeyim.” İran’da ise Binbir Gece Masalları’ndaymışım gibi hissettim. Gerçekten bir büyülü gerçekliğin içindeydik.
Meksika’ya gittiğimde, tam o günlerde Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık dizisi Netflix’te yayınlanmak üzereydi. Fuarın girişinde dizinin tematik bir alanı vardı, insanlar sıraya girip o dünyaya dokunuyorlardı. İran da farklı değildi. Bu coğrafyanın da kendine ait bir büyülü gerçekliği var. Bu büyünün içinde hikâyeler yaşıyor.
Ve biz, eğer hikâye anlatıcılığını ciddiye alıyorsak, bu hikâyeleri beslemeye mecburuz. Sadece PDF kataloglar arasında gezinerek, ekran başında kitap seçerek olmaz. Bir İranlı yayıncıyla yapılacak bir saatlik sohbet, size sadece bir kitap fikri değil, yepyeni bir bakış kazandırıyor.
Onların neyi nasıl yaptığını, ev yaşantılarını, gündelik hayatlarını dinledikçe zihninizin içi açılıyor. Sokakta yürürken bile Samet Behrengi’yi hissediyorsunuz. Bir Şeftali Bin Şeftali sadece kitap sayfasında kalmıyor, o atmosferi sokakta da görüyorsunuz.
Ben döndüğümden beri tanıdığım tüm yayıncılara şunu söylüyorum: Mutlaka başvurun. Olmazsa bir dahaki yıl tekrar deneyin. Çünkü yayıncılık, sadece kitap basmak değil. Yayıncılık bir vizyon meselesi. Ve o vizyon da hem okuyarak hem gezerek büyüyor.
Şeyma Asker: Figen Hocam, şimdi size bir yazar gözüyle sormak istiyorum. Fellowship programına katılmak için bir yazarı ikna etmek isteseniz, ne söylersiniz?
Figen Yaman Coşar: Başkası gitmesin, biz yine gidelim derim! Gerçekten doyamadık. Ama madem başkaları da gidecek, yanımıza birilerini de katalım.
Yazarlar gezmeyi sever çünkü gördüğü yerden, kokudan, renkten, insandan beslenir. İran’a gitmeden önce birçok kadın yazardan tereddüt duyanlar olmuştu: “Güvenlik nasıl, örtünme zor mu?” diye. Ama gidince gördük ki çok daha özgür bir ruh var. Çok daha güvenli ve samimi bir ortam vardı. Üstelik oradaki kültür müşavirliğimizin rehberliği de çok etkileyiciydi. Umut Başar gibi, alana hâkim, İran edebiyatını bilen, çok zarif bir duruşu olan bir isimle karşılaşmak da büyük şanstı.
Ben yazarken kafamda mekânı mutlaka kurmam gerekir. Hikâyeyi kurmadan önce, kahramanın yürüyeceği sokağı, oturacağı sandalyeyi, geçeceği yolu görmem gerekir. İran’da bu hayal kurma alanı çok genişti. Renkleriyle, kokusuyla, dokusuyla her şey sizi hikâyeye çağırıyor. İran’da renklerin, seslerin, sanatın bir bütün olduğunu hissediyorsunuz.
Orada restoranlarda piyano çalınıyor, sokakta keman sesleri duyuluyor. Sanat hayatın doğal bir parçası gibi. Bir müzik aleti çalan, şiir yazan insanlara rastlamak sıradan bir şey. Bu çok kıymetli. Çünkü biz sanatın parçalarını hâlâ ayrı ayrı düşünüyoruz. Edebiyat başka, çocuk edebiyatı başka, müzik başka… Oysa hepsi bir bütün.
Çocuklar da o bütünlükten besleniyor. Biz çocuk edebiyatı çalışanlar olarak çok şanslıyız aslında. Çünkü çocuklar, daha milliyet, ideoloji, etiket öğrenmeden önce sadece “insan”lar. O yüzden birbirimizi anlamanın en saf yolu, çocuklardan geçiyor.
Evet, seneye yine başvuruyoruz. Bu büyülü yolculukların devam etmesi gerekiyor.
Şeyma Asker: Bugün burada hem çok şey öğrendik hem de yüreklendirici bir yolculuğa çıktık. Yayıncılığın sınırlarını, çocuk edebiyatının derinliğini, farklı coğrafyaların bize açtığı imkânları birlikte konuştuk. Her bir konuşmacımıza içten katkıları için gönülden teşekkür ediyorum.
Umarım bu paylaşımlar, bizleri hem içerik üretiminde hem yayıncılık vizyonunda daha özgür, daha cesur adımlar atmaya teşvik eder.
Yeni fuarlarda, yeni hikâyelerde görüşmek dileğiyle.
Copyright © 2025 - Çokgenç Derneği